Engin’in dudaklarından zoraki bir “pekala öyle olsun!” cümlesi çıktı. Elif, Engin’in boynuna atıldı. Karakoldan çıktıklarında, titreyen bedenleri daha fazla sokakta dolaşamayacaklarının sinyalini veriyordu. Bir an önce bir çatı altına sığınmaları gerekiyordu. Kanatlarının altında yavrularını koruyan ve ısıtan kuş misali Engin de Elif’i kollarının altına almıştı. Birkaç pansiyon gezdikten sonra en hesaplı olanda karar kıldılar. Oda anahtarlarını teslim alıp içeriye girer girmez her ikisi de pestil gibi olmuş vücutlarını yatağın üzerine bıraktı.
Kısa bir sessizliğin ardından Engin “Bu yaptığımızın çılgınlık olduğunun farkındasın değil mi? Şu halimize bak! Yedek çamaşırımız bile yok. Üstümüz başımızla mı yatacağız?” diye sordu. Elif, avuçlarını yanlara doğru açtı. Dudakları kıpırdıyor ama ne söylediği anlaşılmıyordu. Zoraki açmaya çalıştığı kirpikleri de bir müddet sonra hareket etmez olmuştu. Engin, gömleğini çıkarıp sandalyenin üstüne astı. Duş aldıktan sonra Elif’in yanına sokulup bir müddet melek gibi uyuyan karısının yüzünü izledi. “Ey aşk nelere kadirsin! dedi içinden. Yarının muammalığında o da kaybolup gitmişti. Sabah ise ilk gözlerini açan Elif’ti.
“Sevgilim! Hadi kalk! Hiç vaktimiz yok! Bir an önce dışarı çıkmalıyız. Yapacak çok işimiz var!”
Engin,bedenini hafif yukarı doğru kaldırarak altında kalan beyaz pikeyi kurtardı ve üzerine iyice örttü. Omzunu ileri geri sallayan Elif’in ellerini avuçlarının arasına aldı ve “Uyuyorum görmüyor musun?” dedikten sonra geri bıraktı.
Elif bir banyoya giriyor, bir balkona çıkıyor sonra yatağın üzerine oturuyor ve aynı hareketi ısrarla yapıyordu. Engin “kurtuluş yok senden!” diyerek doğruldu.
Yaklaşık on dakika sonra aşağıdalardı. Engin “Hadi kahvaltıyı burada yaptık. Bunun öğleni var akşamı var” diye düşündükçe içini ateş basıyordu. Bu arada Elif’in gözlerinin içine baktı. Uzun zamandan beri ilk kez bu kadar ışıldadığını fark etti. Mutfakta, rutin işlerini yapan personele “Günaydın “diyerek masaya oturdular. Özenle hazırlanmış kahvaltı sofrasında ikisinin de ilk saldırdığı şey, üzerinden dumanlar çıkan, mis gibi kokan çay olmuştu. Hemen karşılarındaki masada oturan güzel giyimli, abartılı makyajlı, saçları röfleli, yaşlı bir bayan sürekli onlara bakıp porselen dişlerini gösteriyordu. Göz göze geldiklerinde onlar da başlarıyla selam verdiler. Kadın, bir hamle yapıp ayağa kalktı ve yanlarına doğru yaklaştı. Oturmak için müsaade istedi. Engin, yanındaki sandalyeyi geriye doğru itti ve buyurun dedi.
Kadın; ben Suna deyip tokalaştıktan sonra pansiyonun asıl sahibi olduğunu, bugüne kadar kimlerin yolunun buradan gelip geçtiğini anlatırken konuyu birden bire kendi özel hayatına getiriverdi.
“Kocamla son derece mutlu bir evliliğim vardı. Bir anda her şey tersine döndü. Adam eve gelmez oldu. Bana eziyet etmeye başladı. Ben nazara çok inanırım ama nazar değil meğer üzerimde büyü varmış ! ”
Elif’in gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Çatalı elinden bıraktı ve “Nasıl yani! Bunu anlayabiliyor mu? Her şeyi görüyor mu?” diye pansiyon sahibini soru yağmuruna tuttu. “Tabiki dedi Suna ve devam etti ” Kadının cinleri var! Suya bakıyor ve olanı biteni en ince ayrıntısına kadar görüyor!” Elif’in merakı daha da artmıştı. Pansiyon sahibinin neredeyse ağzının içine düşecekti.
Elif’in bu hali Engin’i oldukça rahatsız etmişti. Aniden yerinden kalktı ve Elif’e kaş göz işareti yaparak kalkmasını ima etti. Fakat Elif’in umrunda bile değildi. Engin, Elif’in kolundan tutarak emri vaki yaptı.
“Kahvaltı için çok teşekkürler. Biz müsaadenizi isteyelim” dedi dişlerini sıkarak. Dışarı çıktıklarında her ikisinin de yüzü beş karıştı. Elif “Neden kalktık? Bak büyücü her şeyi görüyormuş. Yakınlarda bir yerde oturuyorsa neden gitmeyelim ki? Belki gördüğüm kabuslarımın düğümünü çözer. Her şey gün yüzüne çıkar!” dedi yalvaran ve ısrarcı bir tutumla.
“Saçmalıklarının üzerine yenilerini ekliyorsun! Beni de buna alet ediyorsun! Bütün bunlar para tuzağı! Senin gibi saf insanları kullanıp kendilerine ek kazanç ediniyorlar. Gidişata bakılırsa yarın bir gün büyücüler, falcılar holding bile açar. Baş büyücü, yardımcısı, katibi, geçmişten sorumlu büyücü, gelecekten mükellef büyücü diye de işi iyice büyütürler. Bakarsın milletvekilliğine bile aday olurlar. Düşünsene kadrolarında ne çok insan istihdam edilir. Kadından sorumlu büyücüye: "Eşiyle arasında şiddetli geçimsizliği olanlar, çocuğu olmayanlar, kısmeti kapalı kızlar, erkekten sorumlu büyücüye; iş arayanlar, işinde terfi edemeyenler, hesap kitap işleriyle derdi olanlar, karısıyla sorunları olanlar, çocuktan sorumlu büyücülere; istikbal taraması, zihin açma, usluluk ilmi gibi alt kadrolar da açılır. Bakarsın ülkedeki işsizlik sorunu da böylece ortada kalkar! Of Allah’ım of! Aklın neredeyse bul ve yerine koy lütfen! Bıktım artık anlıyor musun bıktım!” Elif’in gözleri yine yağmur bulutları toplamıştı. Engin, dayanamayarak “Hayatım lütfen gül artık! Asma suratını” dedi yumuşak bir ses tonuyla.
Koca bir gün boyu Elif’in geçmişinin üzerindeki toprağı eşelemekle geçirdiler. Fakat elde ettikleri bilgiler, eskiyi temize çekmekten başka bir işe yaramadı. Sadece kendisini evlatlık alan Nazmiye Hanımın kız kardeşi Hilal’in gurbetçi bir adamla evlendiğini, o günden sonra da bir haber alınamadığını öğrendiler.
Akşama kadar bir simit dışında hiç bir şey yememişlerdi. Pansiyona gitmeden önce küçük ve temiz bir lokantada yemek yediler. Sessizliği bozan tek şey salondaki çatal, kaşık sesleriydi. Yemek bittikten sonra Engin hesabı istedi. Garson yanlarından biraz uzaklaşınca“Yarın sabah Ankara’ya dönüyoruz . Burada biraz daha kalırsak gidiş paramızı da tüketeceğiz” dedi ciddi bir tavırla. Elif, ağzını bile açmadı. Bakışlarını lokantanın camına çevirdi. Tek tük geçen insanlara boş boş bakıyordu.
Bilmediklerinin üzerine üzerine giderken, yolunun hep bildik şeylere çıkması bütün umutlarını yerle bir etmişti. Sivrihisar hem doğduğu hem de çocukluğunu gömdüğü bir yer olarak yüreğinde yaşamaya devam edecekti.
Arkeolojik kazılardan çeşit çeşit eserler çıkarken, gerçekler kazısından da eser olarak hep insanlar çıkıyordu. Hem de her biri farklı zaman ve kültürlerden kalma. Kiminin psikolojisi yıpranmış, kiminin insanlığı aşınmış, kiminin yalakalığı cilalanmış. Yontulmaya , şekil verilmeye ihtiyacı olanlar o kadar çoktu ki. Kimisi kıymetli eser olarak başlara taç edilirken kimisi de alalade taşlar gibi kıyıda köşede kalıyordu.
Engin'in iltifatlarına rağmen Elif kendini güzel bir eser olarak görmüyordu. Hatta çalıntı eser sınıfına daha yakın buluyordu. Duyguları hep yaşıyla ters orantılı olmuştu. Kader kapısını üç kez yoklamıştı. Hem de daha kapı ziline ulaşamayacak kadar küçük yaşta.
Yurdun içinde başka bir yurttu Kimsesizler Yurdu ve yurttaşları da hep anasız,babasız çocuklardan oluşuyordu. Kendisini evlatlık alan aileyi, beynini ne kadar zorlasa da hatırlayamıyordu. Bir tatil dönüşü elim bir kazadan şans eseri kurtulduğu yazılan eski bir gazete küpüründen ibaretti her şey. Bir insan iki kez anne ve babasını kaybeder mi?sorusuna en net bir biçimde Elif'in hayat öyküsü cevap veriyordu. Şansızlık; su çiçeği, kabakulak, kızamık gibi bulaşıcı bir hastalık mıydı acaba?
Keşke Hilal teyzenin nerede olduğunu bulabilseydik diye düşündü. Engin’in “Hadi dön artık gerçek dünyaya da, pansiyona dönelim” diyen sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı ama yüzü hiç gülmüyordu.
DEVAM EDECEK
Aysel AKSÜMER
Son Güncelleme: Perşembe, 17 Kasım 2011 00:29